Güncel Yazılar

Küba Füze Krizi: Dünya Nükleer Savaşın Eşiğinde!

Ekim 1962… Dünya, belki de insanlık tarihinin en tehlikeli krizlerinden birine tanıklık etti: Küba Füze Krizi!

ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy ve Sovyet lider Nikita Kruşçev, Küba’ya yerleştirilen Sovyet füzeleri yüzünden tarihin en büyük diplomatik restleşmelerinden birine girişti. Bu sadece iki süper gücün bilek güreşi değildidünya, nükleer savaşın eşiğine gelmişti!

Bir yanda Amerikan savaş gemileri, diğer yanda Sovyet denizaltıları… Ve perde arkasında çoğunuzun ilk defa duyacağı Türkiye’yi yok edebilecek korkunç bir tehdit de var!  Kruşçev’in bu süreçte ‘Türkiye’yi yok etmek için sadece bir düğmeye basmam yeter” dediği iddia ediliyordu. Peki, bu kriz nasıl başladı? Dünya nasıl oldu da birkaç gün içinde mahvolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı? Ve en önemlisi… Bu kriz nasıl çözüldü?

Kennedy ve Kruşçev: İki Farklı Lider, İki Farklı Dünya

John F. Kennedy ve Nikita Kruşçev… Biri Amerikan demokrasisinin umudu, diğeri Sovyet sisteminin çelişkilerle dolu lideri. Peki, bu iki isim nasıl yetişti, hangi idealler uğruna mücadele etti ve tarihin en kritik anlarında nasıl kararlar aldı?

Kennedy, Harvard’da eğitim görmüş, rekabetçi bir ortamda büyümüş ve Demokrat Parti içinde hızla yükselmiş bir siyasetçiydi. Massachusetts’ten kongreye, oradan senatoya uzanan yolculuğu, onu Beyaz Saray’a taşıdı. Amerikan demokrasisini ileriye taşımak için “Yeni Sınır” anlayışını benimsedi.

Öte yandan, Kruşçev bambaşka bir yoldan geçti. Rus İç Savaşı’nda Kızıl Ordu’da siyasi komiser olarak yetişti, Stalin’in gölgesinde yükseldi. 1930’larda Moskova metrosunun inşaatını tamamlatırken, Ukrayna’daki tasfiyeleri yönetti. Stalin’in ölümünden sonra ise rakiplerini bertaraf ederek iktidarı ele geçirdi. Lavrenti Beria’yı idam ettirse de diğer rakiplerini öldürmemesi, onu Sovyet siyaseti açısından “ılımlı” gösterdi.

İki liderin dünya görüşleri de keskin çizgilerle ayrılıyordu. Kennedy, ABD’yi yenilikçi ve özgürlükçü bir geleceğe taşımak isterken, Kruşçev komünizmin kaçınılmaz bir şekilde galip geleceğine inanıyordu. “Barış içinde bir arada yaşama” söylemiyle, kapitalizmin kendi içinde çökeceğini savundu. Sovyetler’in uzay yarışındaki başarıları da bu iddiasını güçlendiriyordu.

Ekonomik politikaları da farklıydı. Kennedy, 1950’lerin Amerikan refahı üzerine inşa edilen bir dış politika yürütürken, Kruşçev ağır sanayi yerine tarıma ağırlık verdi. 1959’da Iowa’yı ziyaret edip Amerikan tarımına hayran kaldıktan sonra Sovyetler’de mısır üretimini artırmaya çalıştı, ancak Sibirya’daki ekimler büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Ayrıca, geleneksel silah harcamalarını azaltıp nükleer füzelere yönelmesi, Sovyet askeri yetkililerinin tepkisini çekti.

Ve 1962’ye gelindiğinde, hem Kennedy hem de Kruşçev bir dönüm noktasındaydı. İki lider de kendi halklarına ve tüm dünyaya gücünü kanıtlamak zorundaydı. Küba Füze Krizi kapıdaydı…

Küba Füze Krizi’nin Arka Planı: Güç Dengesi ve Soğuk Savaş Stratejileri

Kennedy ve Yeni Bir Dönem

1960’ta ABD Başkanı seçilen John F. Kennedy, Soğuk Savaş’ın en gergin günlerinde ülkenin liderliğini üstlendi. Özgürlüğü korumak adına her düşmana karşı duracağını söylemişti. Ancak selefi Dwight D. Eisenhower, askeri harcamaları kontrol altında tutarak nükleer savaşı değil, ekonomik büyümeyi öncelemişti.

Kennedy ise tam tersi bir politika izledi. Sovyetlerin nükleer üstünlük kazandığını iddia etti ve ABD’nin silahlanma yarışını hızlandırdı. Ancak gerçek tablo farklıydı. 1962 itibarıyla ABD’nin envanterinde 25.000’den fazla nükleer silah varken, Sovyetler’in elinde bunun yarısından azı vardı ve füzeleri henüz tam olarak gelişmemişti.

Casuslar ve Stratejik Bilgiler

ABD’nin bu üstünlüğü, Sovyet lideri Nikita Kruşçev’i ciddi şekilde endişelendiriyordu. Üstelik, Sovyet askeri istihbaratı GRU’da görevli olan ve ABD’ye gizli bilgi sızdıran Albay Oleg Penkovski (namıdiğer “Agent Hero”) sayesinde, Washington, Sovyet nükleer cephaneliğinin gerçekte ne kadar zayıf olduğunu biliyordu.

Kruşçev, bu dengesizliği tersine çevirmek ve ABD’ye gözdağı vermek için radikal bir hamle yapmaya karar verdi: Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmek!

Bu hamle, dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren Küba Füze Krizi’nin fitilini ateşledi.

Küba Füze Krizi: Dünyayı Sarsan Keşif

1961 baharında, Fidel Castro’yu devirmek için düzenlenen Domuzlar Körfezi Çıkarması büyük bir fiyaskoya dönüştü. ABD destekli Kübalı sürgünler, Castro’nun direnişi karşısında başarısız oldu ve bu olay, Sovyetler ile Küba arasındaki bağı daha da güçlendirdi. Washington yönetimi, Castro’yu devirmek için daha karmaşık bir plana yöneldi: Mongoose (yani Firavunfaresi) Operasyonu. Bu plan, Küba’da psikolojik savaş, sabotaj ve propagandayı içeriyordu.

Ancak Sovyet lideri Nikita Kruşçev, Küba’nın bir daha saldırıya uğramasını önlemek için radikal bir hamle yapmaya karar verdi. Temmuz 1962’de, Fidel Castro ile gizli bir anlaşmaya vardı: Sovyetler, Küba’ya nükleer füzeler yerleştirecekti!

Füze Keşfi ve Krizin Tırmanışı

Yaz sonunda ABD istihbaratı, Küba’daki Sovyet askeri hareketliliğini tespit etmeye başladı. Ilyushin Il-28 bombardıman uçakları ve diğer ağır silahlar bölgeye sevk ediliyordu. 4 Eylül’de Kennedy, Küba’ya saldırı silahlarının sokulmaması gerektiğini kamuoyuna duyurdu. Ancak, 14 Ekim’de bir ABD U-2 casus uçağı, Küba’da yapım aşamasında olan nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.

Bu görüntüler ertesi gün Beyaz Saray’a ulaştığında, dünya tarihinin en tehlikeli krizlerinden biri resmen başlamış oldu. Dahası, bu keşif, Kruşçev’in daha önce “Küba’ya saldırı amaçlı silah göndermeyeceğiz” yönündeki sözleriyle tamamen çelişiyordu.

Kennedy’nin Kararı: Karantina ve Ultimatom

ABD yönetimi ikiye bölünmüştü. Bazı danışmanlar, doğrudan hava saldırısı ve Küba’nın işgalini savunurken, bazıları daha temkinli bir yaklaşımı öneriyordu. Kennedy, iki uç nokta arasında bir yol seçti ve 22 Ekim’de Küba’nın denizden “karantinaya” alınmasını emretti. Bu terim özellikle seçildi çünkü “abluka” savaş anlamına geliyordu, ancak “karantina” hukuki açıdan daha esnek bir seçenekti.

Aynı gün Kennedy, Kruşçev’e sert bir mektup göndererek Küba’daki tüm nükleer füzelerin kaldırılmasını ve Sovyetlerin saldırı silahlarını geri çekmesini talep etti. ABD donanması Küba açıklarında karantinayı uygulamaya başlarken, askeri müdahale planları hız kazandı. Genelkurmay Başkanlığı, savunma seviyesini DEFCON 3’e yükseltti. Artık dünya, nükleer savaşın eşiğindeydi…

Küba Füze Krizi: Dünya Nükleer Savaşın Eşiğinde

Savaş mı, Diplomasi mi?

24 Ekim 1962’de dünya nefesini tuttu. Kruşçev, Kennedy’nin deniz ablukasını “saldırganlık” olarak ilan etti ve Sovyet gemilerine Küba’ya doğru ilerleme emri verdi. Ancak ertesi gün bazı gemiler rotalarını değiştirdi, diğerleri ise ABD donanması tarafından durduruldu. Gerginlik tırmanırken, ABD keşif uçuşları Sovyet füze sahalarının operasyonel hale gelmek üzere olduğunu gösteriyordu.

Krizin sonu görünmüyordu. ABD kuvvetleri DEFCON 2’ye geçti—bu, nükleer savaşın artık sadece bir adım ötede olduğu anlamına geliyordu. Kennedy, danışmanlarıyla yaptığı görüşmede, bir saldırının Sovyet füzelerini yok edebileceğini ancak diplomasinin son bir şansı hak ettiğini söyledi.

Fakat istihbarat, ABD’nin tahmin ettiğinden çok daha fazla Sovyet askeri olduğunu ortaya çıkardı: 41.902 Sovyet askeri adada konuşlanmıştı. Daha da endişe verici olan şey, yerel Sovyet komutanlarına Moskova’dan emir beklemeksizin nükleer silah kullanma yetkisi verilmiş olmasıydı! Küba’ya yapılacak bir Amerikan saldırısı, nükleer bir 3. Dünya Savaşı’nı başlatabilirdi.

Kruşçev’den Kritik Teklif

26 Ekim akşamı Kruşçev, Kennedy’ye dramatik bir mesaj gönderdi: Eğer ABD Küba’yı işgal etmeyeceğine dair garanti verirse, Sovyetler füzelerini çekecekti. Ancak ertesi gün yeni bir şart ekledi: ABD, 1950’lerin sonunda Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini de kaldırmalıydı.

Kennedy, Küba ile ilgili öneriyi kabul etti ancak Türkiye’deki füzelerle ilgili talebe doğrudan yanıt vermedi. Bu füzeler, Sovyetler için büyük bir tehdit olarak görülüyordu ve aslında Sovyetlerin Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmesinin temel sebebi de bu dengesizliği gidermekti.

Gizli Diplomasi ve Çözüm

Washington, bu çıkmazı aşmak için gizli bir diplomasi hamlesi yaptı. Kennedy’nin kardeşi Robert Kennedy, Sovyetlere gizli bir mesaj iletti: Türkiye’deki Jüpiter füzeleri zaten kaldırılacaktı, ancak bu konu resmi müzakerelere dahil edilmeyecekti.

28 Ekim 1962’de Kruşçev, Küba’daki füzeleri çekmeyi kabul etti ve kriz sona erdi. Ancak ABD, Sovyetler IL-28 bombardıman uçaklarını Küba’dan tahliye edene kadar deniz karantinasını sürdürdü. 20 Kasım’da abluka kaldırıldı, Nisan 1963’te ise Türkiye’deki Jüpiter füzeleri söküldü.

Sonuç: Dünyayı Değiştiren 13 Gün

Bu kriz, Kennedy’nin itibarını güçlendirdi ve ABD ile Sovyetler arasında doğrudan iletişimi sağlayan “Hotline” hattının kurulmasına yol açtı. Artık Beyaz Saray ve Kremlin, kriz anlarında daha hızlı ve doğrudan iletişim kurabilecekti.

Kennedy, kriz yönetimini geliştirerek Ulusal Güvenlik Konseyi Yürütme Komitesi’ni (ExComm) oluşturdu ve danışmanlarının görüşlerini çeşitlendirdi. Daha da önemlisi, dünya nükleer savaşın kıyısına gelmişti ve bu iki süper güce silahlanma yarışını yeniden değerlendirme zorunluluğu getirdi. Küba Füze Krizi’nden bir yıl sonra Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması için ilk adımlar atıldı.

Bu 13 gün, insanlık tarihinin en tehlikeli anlarından biri olarak hafızalara kazındı. Dünya, bir nükleer felaketin eşiğinden döndü.

Küba Krizi, Berlin ve Soğuk Savaş’ın Yeni Dengesi

Küba Füze Krizi, sadece bir Karayip gerilimi değil, Berlin meselesiyle de doğrudan bağlantılıydı. Sovyetler, 1948-49’da Berlin Ablukası ile Batı’yı yıldırmaya çalışmış, ancak ABD ve İngiltere’nin hava köprüsü bu planı bozmuştu. 1961’e gelindiğinde, Doğu Almanya’dan Batı Berlin’e kaçışları önlemek için Berlin Duvarı inşa edildi. Bu, Sovyetlerin Batı’ya meydan okumaktan vazgeçmeyeceğinin en büyük kanıtıydı.

Kennedy, Sovyetlerin Berlin’i tamamen ele geçirmeye çalışacağını düşünüyor ama doğrudan asker göndermenin tehlikesini de biliyordu. 1956’da Macaristan, Varşova Paktı’ndan ayrılmak istediğinde Sovyet tankları Budapeşte’ye girmiş, binlerce kişi ölmüştü. Kennedy, benzer bir işgali engellemek için Küba üzerinden Sovyetlere baskı yapmayı planladı.

Sovyetler Prestij Kaybetti, Dengeler Değişti

Küba’da geri adım atan Sovyetler, bu krizden büyük bir prestij kaybıyla çıktı. Ancak, Kruşçev pes etmedi: 1972’ye kadar ABD ile nükleer dengeyi sağlamaya kararlıydı ve bunu başardı. Ne var ki, bu silahlanma yarışı Sovyet ekonomisini büyük bir yük altına soktu ve ilerleyen yıllarda çöküşün temelini attı.

ABD ise Küba Krizi’nden şu dersi çıkardı: Sovyetler, başka bir komünist ülkeyi korumak için doğrudan savaşa girmeyecekti. Bu yüzden, Washington Asya ve Latin Amerika’daki antikomünist operasyonlarını artırdı.

Çin-Sovyet Bölünmesi ve Kruşçev’in Sonu

Kriz, zaten gergin olan Çin-Sovyet ilişkilerini iyice bozdu. Mao Zedong, Kruşçev’in geri adımını Sovyetler’in ideolojik zayıflığı olarak gördü ve onu “revizyonist” olmakla suçladı. Sovyetler, Çin’in nükleer programına destek vermeyince iki ülke arasındaki bağlar tamamen koptu.

Bu itibar kaybı, Kruşçev’in sonunu hazırladı. 14 Ekim 1964’te Leonid Brejnev tarafından görevden alındı.

Kennedy Suikastı ve Sonraki Çalkantılar

1962 ara seçimlerinde Demokratlar zafer kazandı. Ancak bir yıl sonra, J.F. Kennedy Dallas’ta suikasta uğradı. Olayın arkasında Kübalıların olabileceği iddia edildi, ama bu teori hiçbir zaman kanıtlanamadı.

Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki Rolü: NATO, Nükleer Silahlar ve Büyük Güçlerin Oyunu

PGM-19 Jupiter, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde geliştirdiği orta menzilli balistik bir füzedir (IRBM). 1950’lerin sonunda hizmete giren bu füze, yaklaşık 2.400 km menzile sahipti ve nükleer başlık taşıyabiliyordu.
Başlangıçta ABD Hava Kuvvetleri için tasarlansa da, daha sonra ABD Ordusu ve NATO müttefikleri tarafından kullanıldı. Özellikle İtalya ve Türkiye’ye konuşlandırılan Jupiter füzeleri, 1962 Küba Füze Krizi’nde önemli bir rol oynadı. Kriz sonrası ABD, Sovyetler Birliği ile yaptığı anlaşma gereği Türkiye’deki Jupiter füzelerini kaldırdı.
Jupiter füzeleri, katı yakıtlı balistik füzelere geçişle birlikte 1960’ların başında hizmetten çıkarıldı, ancak bu teknoloji daha sonra NASA’nın Saturn I roketleri için temel oluşturdu

Sovyet Tehdidi ve Türkiye’nin Batı’ya Yönelmesi

Gelelim Türkiye’ye! İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye, zorlu bir dış politika dengesi kurmaya çalışıyordu. Savaş boyunca tarafsız kalmasına rağmen, Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası agresif politikaları Türkiye’yi Batı’ya daha fazla yaklaştırdı.

1945’ten itibaren Sovyetler, Boğazlar üzerinde askeri üs talep ediyor ve Doğu Anadolu’da toprak iddiasında bulunuyordu. Stalin, Türkiye üzerindeki baskısını artırırken, Ankara da kendini savunmanın yollarını arıyordu.

Bu süreçte Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonu hızlandı. ABD’nin Truman Doktrini çerçevesinde sağladığı yardımlar, Türkiye’nin güvenlik politikalarında belirleyici oldu. Ancak Türkiye, yalnızca ekonomik ve askeri yardım almakla yetinmek istemiyor, Batı’nın savunma sistemine tam anlamıyla dahil olmayı hedefliyordu.

Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Kore Savaşı

Türkiye, 1950’de NATO’ya üye olma arayışına girdi. Ancak ABD başlangıçta Türkiye’nin NATO üyeliğine sıcak bakmadı. Bunun üzerine Ankara, Batı’ya olan bağlılığını göstermek için Kore Savaşı’na asker gönderme kararı aldı.

Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 5 bin kişilik Türk birliği, Kore’ye gönderildi ve savaş boyunca toplam 21 bin Türk askeri görev yaptı. Çetin muharebelerde gösterilen cesaret, Türkiye’nin NATO üyeliğinin önünü açtı. Konu daha derin ancak odak noktamızdan kopmamak lazım. Neyse 1952’de Türkiye resmen NATO üyesi oldu ve bu süreç, ülkenin güvenlik stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

NATO’ya katılım, Türkiye’ye askeri güvence sağladı ancak aynı zamanda ülkeyi Büyük Güçler arasındaki küresel çekişmenin tam merkezine yerleştirdi.

Nükleer Silahlar ve Türkiye’nin Stratejik Konumu

1950’lerin sonunda Soğuk Savaş, nükleer caydırıcılığın ön plana çıktığı bir döneme girdi. ABD, Sovyetler Birliği’ni çevreleme stratejisi kapsamında, NATO müttefiklerine nükleer silahlar konuşlandırmakistedi. Başkan Eisenhower, ilk üç Jüpiter filosunu (45 füze) Fransa’da konuşlandırmayı planlıyodu ancak Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle füzeleri kabul etmedi.

Bunun üzerine 1957’de Türkiye ve İtalya’ya Jüpiter füzeleri yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Türkiye’de 15 Jüpiter füzesi, İzmir’deki Çiğli Üssü’ne 30’u ise İtalya’da konuşlandırıldı. Ancak bu füzelerin yerleştirilmesi, Türkiye’ye askeri avantaj sağladığı kadar Sovyetlerin doğrudan hedefi haline gelmesine de neden oldu.

Türk hükümetleri, hem 1960 darbesinden önce hem de sonra, bu silahları almaya hevesliydi. Jüpiterler konuşlandırılmadan ve Küba Füze Krizi ortaya çıkmadan önce, Mayıs 1959’da nükleer kapasiteli karadan karaya Honest John Kısa Menzilli Balistik Füzeleri Türkiye’ye konuşlandırılmıştı. Krizden sonra Haziran 1965’te taktik nükleer başlıklarla donatılabilecek 8 inçlik obüsler verilecektir. SSCB yetkililerinin ısrarla kaldırılmasını istemesi üzerine Türkiye Dışişleri Bakanı Cemal Erkin, Jüpiterlerin hem tehlikeli bir yıldırım önleyici hem de bir garanti olduğunu bildiklerini söylemişti.

Dönemin Sovyet lideri Nikita Kruşçev, Türkiye’ye yönelik açık tehditlerde bulunuyor, hatta “Türkiye’yi yok etmek için sadece bir düğmeye basmam yeter” diyordu. Türkiye, nükleer silahların kendisini koruyacağına inanıyordu, ancak bu füzeler teknolojik olarak eskiydi ve savaş durumunda bir avantajdan çok tehdit oluşturuyordu.

Küba Krizi: Türkiye’nin Büyük Güçler Arasındaki Konumu

1962 Küba Füze Krizi, Soğuk Savaş’ın en tehlikeli anlarından biriydi. Sovyetler Birliği’nin Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmesi, ABD ile doğrudan bir çatışmanın eşiğine gelinmesine neden oldu.

Biraz önce anlattığım gibi bu kriz sırasında ABD ile Sovyetler gizli bir anlaşmaya vardı. Anlaşmaya göre, Sovyetler Küba’daki füzelerini çekecek, karşılığında ABD de Türkiye’deki Jüpiter füzelerini kaldıracaktı. Ancak bu pazarlık yapılırken Türkiye’nin fikri bile alınmadı.

ABD, Jüpiter füzelerinin zaten modası geçmiş olduğunu ve Sovyetler için caydırıcı olmadığını savunarak bu anlaşmayı meşrulaştırdı .Aslında Jüpiter füzelerinin sökülmesi, birkaç temel nedene dayanıyordu. Öncelikle, bu füzeler hala ölümcül olsa da, ateşleme öncesi geri sayım gerektirmeleri onları demode hale getiriyordu. Denizaltından fırlatılan Polaris ve Minuteman füzeleri, daha hızlı ateşlenebildikleri için Sovyetler karşısında daha etkili bir caydırıcı güç olarak görülüyordu.Bir diğer önemli faktör ise füzelerin konumlarının biliniyor olmasıydı. Bu durum, stratejik avantajlarını zayıflatıyor ve etkili bir caydırıcılık sağlamalarını zorlaştırıyordu. Ancak, füzelerin tam yerleri konusunda çeşitli spekülasyonlar mevcuttu. İzmir’deki fırlatma sahasının yanı sıra, Karadeniz kıyılarına yakın bölgelerde de Jüpiter füzelerinin konuşlandırıldığı iddia ediliyordu.

Küba Füze Krizi sırasında Türkiye, Jüpiter füzelerinin sökülmesine itiraz etti. Dışişleri Bakanı, üsler için harcanan paranın boşa gittiğini ve bu durumun Türkiye’yi savunmasız göstereceğini savundu. Ancak ABD, Sovyetlerin Küba’daki silahlandırmasını meşrulaştırmamak için bu füzeleri kaldırmak istiyordu.

Başlangıçta, İnönü hükümeti ve kamuoyu Kennedy’nin füzeler konusundaki kararlı duruşunu destekledi. Milli Talebe Federasyonu ve devlet adamları da barışçıl politikaları savundu. Ancak ilerleyen yıllarda İnönü, ABD’nin Türkiye’yi dış politikasında bir pazarlık unsuru olarak kullandığını fark ederek tutum değiştirdi. 60’ların ikinci yarısında, Türkiye’nin çıkarlarının pazarlık konusu yapılmasına karşı daha eleştirel bir yaklaşım benimsedi.

Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, bu süreç hakkında “ABD, müttefiklerini gerektiğinde feda edebilir” yorumunu yapmıştı. Küba Krizi, NATO üyeleri arasında ABD’nin güvenilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğurdu. Açıkça bir “quid pro quo” durumu olduğu ortaya çıkmıştı. Kriz sırasında ABD’nin Türkiye’yi bir “pazarlık unsuru” olarak kullanmasının yarattığı hayal kırıklığı sonrasında, ABD’nin gittikçe artan ekonomik ve askeri yardımlara rağmen, Kıbrıs sorunu gibi hayati konularda gün yüzüne çıkacaktır.

Türkiye’nin Dış Politikasında Değişim

Bugün tarihin en tehlikeli anlarından birine, Küba Füze Krizi’ne yakından baktık. Peki, bu kriz bize ne öğretti? Olan biten Türkiye gibi ülkeler için ne anlama geliyor?

1962’de, ABD ve Sovyetler Birliği dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren büyük bir güç mücadelesine giriştmişti. Ama asıl dikkat çeken nokta, bu mücadelenin arka planında müttefik ülkelerin pazarlık unsuru haline gelmesi olmuştu!

💥 Türkiye’deki Jüpiter füzeleri, ABD ve SSCB arasında bir pazarlık kozu olarak kullanıldı. Ancak bu süreçte Türkiye’nin sesi ne kadar duyuldu? Türk halkının olan bitenden ne kadar haberi oldu? İşte en büyük ders burada saklı: Büyük güçlerin gölgesinde kalmamak için daha bağımsız ve dengeli bir dış politika şart!

🚀 Kriz bize gösterdi ki güvenlik garantilerine aşırı bağımlılık riskli olabilir. Diplomasi her zaman açık tutulmalı ve uluslararası ilişkilerde edilgen bir figüran olmamak için stratejik özerklik hedeflenmeli.

📌 Sizce Türkiye bu krizden gereken dersi aldı mı?